1930'ların Oklahoma'sında, toz fırtınalarının korkutucu gölgeleri altında hayat pek de kolay değildi. Küçük çiftlik evinde, Anna isimli bir kadın, ailesiyle birlikte bu zorlu doğa olaylarına karşı mücadele ederdi. Günlerce gökyüzü karanlık, hava ağır toprak kokusuyla dolu olurdu. Herkes sabırla ve umutla bu zor günlerin geçmesini beklerdi. Fakat bir gün, Anna'nın sıradan bir toz fırtınasından daha korkunç bir şeyle karşı karşıya olduğunu hissetmesiyle işler değişti. Hava yalnızca tozla değil, kötülüğün karanlık varlığıyla da doluydu.
Anna, ilk başta bu rahatsız edici hisleri kendine sakladı. Belki de yorgunluktan dolayı hayal gördüğünü düşündü. Ancak geceleri evin içinde beliren gölgeler ve duyduğu fısıltılar, bir annenin en büyük korkusunu harekete geçirdi: Ailesi tehlikedeydi. Anna, bu şeytani varlığın sadece fırtınalarla değil, onların korkuları ve zayıflıklarıyla beslendiğini fark etti. Her gece, bu karanlık varlık biraz daha güçleniyor, Anna'nın umutlarını ve cesaretini kırmaya çalışıyordu. Ama Anna'nın pes etmeye niyeti yoktu. O, ailesi için her türlü mücadeleyi göze alabilecek bir anneydi.
Kocasını ve çocuklarını korumak için her yolu denedi. Kapıların ve pencerelerin etrafını toprakla mühürledi, kutsal sözler fısıldadı, çocuklarına korkunun üstesinden gelmeyi öğretti. Birlikte bu görünmeyen düşmana karşı koymanın yollarını aradılar. Her şeye rağmen, bu tozla kaplı topraklarda, Anna'nın umudu ve sevgisi fırtınadan da, şeytani güçlerden de güçlüydü. Ailesine olan inancı, onu her seferinde ayağa kaldırdı. Çünkü bu dünya ne kadar karanlık olursa olsun, sevgi her zaman en güçlü ışık kaynağıydı. Toz fırtınaları dinebilir, karanlık gölgeler kaybolabilirdi, ama bir annenin sevgisi asla tükenmezdi.